Tanrılar Japonya’yı korudu- Naoto Kan: Eski Japon başbakanı
Tıklayın ve kayıt olun yazılar posta kutunuza gelsin(üyelik bilgileri gizli tutulur).
Naoto Kan Demokrat Japonya Partisi iktidarının ikinci başbakanı olarak Haziran 2010-Ağustos 2011 arasında Japonya’yı yönetti. Görevde olduğu döneme Japonya’nın yaşadığı deprem-tsunami-nükleer felaketler üçlüsü damgasını vurdu.

Naoto Kan bugün konuşurken
11 mart 2011 günü saat 14:46’da dokuz şiddetinde zelzele Japonya’nın kuzeydoğusu Tohoku bölgesini vurdu. Deprem önce tsunamiyi, tsunami de Fukuşima nükleer felaketini tetikledi. Bir anda “kıyamet günü” senaryosu ile karşı karşıya kalan, ve ülkenin kaderini o kritik bir kaç saat ve gün boyunca elinde tutan Naoto Kan, “O gün (11 Mart 2011) sağlıklı bilgi almak çok zordu, ve kafalarımız çok karışıktı. Oysa artık biliyoruz ki deprem olduktan 3.5 saat sonra reaktörde erime başlamış, ve o gece saat 10 sularında santralin tabanda delik oluşmaya başlamış. Eğer nükleer yakıt çevreye sızsa idi bugün hiçbirimiz burada konuşuyor olmayacaktık. Bu kıyameti önleyen kaza bölgesinde hayatını tehlikeye atan çalışanlar, polis ve kolluk kuvvetleri olmuştur. Bir de ilahi güçlerin bizi koruduğuna inanıyorum. Allah o akşam Japonya’yı korudu ve kolladı. Bundan şüphem yok” dedi.
Eski başbakan ile bugün (10 Eylül 2015) Tokyo’da FCCJ’de öğle yemeğinde bir araya geldik.
Kabus gibi günler birer birer hafızamın derinliklerinden çıkıyorlar
O günleri unutmuştum. Naoto Kan’ın bu cümleleri zihnimin köşesinde saklı tuttuğum hatıralarımın canlanmasına yol açtı. Burada bir parantez açıp 2011 yılının Mart ayında yazdığım notlarımdan alıntıları koyuyorum. Bu satırlar ilk kez gün yüzü görecekler.

Fukuşima nükleer güç sanralinde sızıntı yapan reaktör (kaynak: news.com.au)
Deprem Cuma günü olmuştu. 14 Mart 2011 Pazartesi sabahı, Fransız büyükelçiliğinin hafta sonunda Tokyo’daki vatandaşlarına Japonya’nın güneyine gitmelerini tavsiye ettiğini öğrendim. Bir haber kaynağımla aramada şu yazışma geçti:
– Fransız hükümetinin Fransızlara Tokyo’yu terkedip güneye gitmelerini söylediğini duydum, doğru mu?
– “Evet, (ben) Kyoto’dayım.. Valeo çalışanlarından duyduğumuza göre iki olası durum var 1) reaktörler soğur 2) reaktörler sızdırmaya başlar ve ondan sonra da durduracak kimse olmaz…Eğer sızıntı başlarsa yakınında olmak istemezsin. Söylediklerine göre eğer rüzgar güneye eserse 3-5 saat içinde Tokyo’yu vururmuş”
Bir başka tanıdığım aynı dakikalarda bana şu mesajı atıyordu
“Hafta sonu ailemi Osaka’ya gönderdim. Bir iki gün içinde de Japonya’yı terkediyoruz. Bu nükleer santral durumunu hiç parlak görmüyorum. Bana şimdilik cep telefonumdan ulaşabilirsin”
Bir süre sonra temasa geçtiğim hemen her yabancı tanıdığım, benzer kararlarla ya yurt dışına çıktıklarını ya da Japonya’nın güneyine geldiklerini teyid ediyorlardı. Hatta sık sık görüştüğün bir Türk arkadaşım da Cumartesi günü Kyoto’ya gitmişti. Kendisini götüren trenin Fransız ve Alman dolu olduğunu söylemişti.
Bütün bunlar olurken de resmi ağızlar, yani başbakan Naoto Kan ve kurmayları ile Fukuşima santralini işleten TEPCO yetkilileri, sızıntının Tokyo’yu tehdit etmediğini, bir sorun olmadığını tekrar edip duruyorlardı.
Aynı saatlerde Türkiye Büyükleçiliği’nin yaptığı bir duyuru da dolaylı yollardan elimize geçti. Tokyo ve etrafında bulunanlara güneye gitmelerini tavsiye ediyorlardı.
Artçı sarsıntıların gölgesi altında idik ve zaman geçtikçe uzman ve yetkililerin tecrübesizlikleri sorulara verilen cevaplardan ve yapılan müdahelelerin yetersizliğinden ortaya çıkıyordu. Fukuşima nükleer santrallerinin durumu, radyasyon ve Tokyo’dan kaçış paralel bir mevzu olarak öne çıkmıştı.
Yabancılar zaten hafta sonundan itibaren ya ülkenin güneyine göç etmeye ya da Japonya’yı terketmeye başlamışlardı. Tehlikeden uzak il veya kasabalarda akarabaları olan ve imkanları el veren Japonlar da olası bir nükleer tehlikeden korumak için ailelerini gönderiyorlardı.
15 Mart Salı günü durumun ciddiyeti yeni bir boyuta girdi. Sabah saatlerinde sürekli bizi sallayan artçı depremler arasında işimizi yapmaya çalışırken Fukuşima’da patlamalar olduğu haberi geldi. Akabinde başbakanın saat 11’de halka sesleneceği duyuruldu.
Hayra alamet değildi bu.
Naoto Kan konuşmasına “soğukkanlılıkla beni dinleyin ve söylenenleri yapın” diye başladı.
Bu cümleyi duyduğumda göğsümde korku patladı, tüm bedenime yayıldı. Ailemi Tokyo’dan çıkarmadığıma hayıflandım. Ama artık çok geç olmalıydı.
Başbakan Fukuşima santralinin etrafında 20 kilometre çapta alan için tahliye kararı alındığını, 30 kilometre çapındaki alan içindekilerin ise evden dışarı çıkmaması gerektiğini açıkladı. Nükleer reaktörleri koruyan çelik kasalar erimiş, sızıntı çevreyi zehirlemeye başlamıştı.
Bu durumda yapacak çok şey yok. En kötü olasılıkları düşünerek hareket etmek de insanoğlunun doğal refleksi zaten. Görevimi bırakmayacağım ama en azından ailem için bir tedbir almalıyım. Tokyo’da henüz bir radyasyon artışı görülmüyordu ama santrallerdeki sızıntı rüzgarın da yardımı ile bir kaç saat içinde bize ulaşabilirdi.
16 Mart günü Karımı ve oğlumu alarak hızlı trene bindim ve Kyoto’ya geçtik. Onları bir otele yerleştirdim.
O akşam üzeri Kyoto’da kar yağdı. Hava kararmak üzereydi ve lapa lapa düşen kar tanecikleri bu antik kentin yeni yanmaya başlayan sokak ışıkları altında düşsel ve sürrealist (gerçek üstü) bir görüntü oluşturmuştu. Yolda insanlar sanki ağır ağır ilerliyorlardı. Sokaklarda ilahiler duyuluyordu. Tek tük Japon nasyonel sosyalistleri gösterilerde ve mitinglerde kullandıkları siyah minibüslerini çıkarmışlar binmişler askeri marşlar ve dini müzikler çalarak ilerliyorlardı. Japonya sanki bir savaş arefesinde idi, ya da hepimiz ölmüştük de dünya ile ahiret arasında arafta kalmıştık.
Kyoto’da bir çok tanıdığımı gördüm. İnsanlar evlerini, işlerini bırakmış mülteci gibi olmuşlardı. Tanıdık tanımadık yabancıların gözleri birbirini buluyor, belli belirsiz selam çakan insanlar “sen de buradasın bak” gibi bakarak kararlarına onay almaya ve bu yolla kendilerini haklı çıkarmaya bakıyorlardı.
Diğerlerine güven veren bu durum beni çok rahatsız etti. Huzursuz oldum suçluluk duydum. Kaçtı denmesini gururuma yediremiyordum. Hemen geri dönmek istiyordum. Karım evimizi bırakmamıza çok içerlemişti. O gece Kyoto’da kaldım. Depremin olduğu Cuma gününden beri uykusuzdum. Bir kez daha trene binip yolculuk yapmak istemedim.
17 Mart günü Tokyo’ya döndüğümde insanların çoğunluğu yüzlerine kumaştan maskeler takmışlardı. Ortalıkta sanki radyasyon vardı.
İlginçtir, tam da bu olayların olduğu günlerde tarihe “super ay”(supermoon) diye geçen bir olay gerçekleşiyordu. 18 Mart Cuma günü öğleden sonra büyükelçiliğe gitmiştim, benim gibi gelen başka vatandaşlar ve bir iki görevli de Tohoku depremi ile dolunayın büyüklüğünü ilişkilendiriyor, felaket senaryoları yazan gazetelerin haberlerinden bahsediyorlardı. Fuji dağının patlamak üzere olduğu söylentileri de yayılmaya başlamıştı.

19 Mart 2011: Süper ay dünyaya en son 1993 yılında bu kadar yaklaşmış (Wikipedia)
<<<<<<<<<<<<<<<<<<<<<<<<<<<<<<<<<<<<<<
Cumhuriyet gazetesinin haberi için burayı tıklayın
Milliyet gazetesindeki süper dolunay ve “felaketler günü” blog yazısı için burayı tıklayın
Akşam gazetesi depremler ile süper ay’ın ilişkisine bakmıştı, burayı tıklayın
>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>
O günlerde Türkiye’den bir nükleer uzman ile sürekli e-posta yolu ile haberleşiyordum. Reaktörlerin durumunu uluslararası kaynaklardan takip ediyordu. 19 Mart 2011 günü bana şunları yazmış:
“Gördüğüm kadarı ile ünitelerde radyasyon oranı çok yüksek. Seninkiler itfaiye ile su fışkırtıyorlar ama suyun nereye gittiğini bilmiyorlarmış !? Böyle bir salaklık olabilir mi, nerede robotlar !? AC hattı henüz çekemediler, bi becerebilselerdi, pompalar çalışıp durum normale dönecekti. inanilir gibi değil ama santralda şu anda elektrik yok. Bi enteresan bilgi daha, IAEA veya US bunları depreme dayanıklı değil diye uyarmış? “
Tokyo’ya döndükten sonraki günlerim sürekli radyasyon ölçümlerine, rüzgar tahminlerine bakarak geçiyordu. Bu arada sularda radyasyon görüldü. İçme suyu sıkıntısı vardı zaten. Elektrikler de kesiliyordu. Akşamları şehir karanlıkta idi. Yağmur yağarsa dışarıda olmamaya çalışıyordum. Her akşam eve geldiğimde üzerimdekileri hemen çıkartıp yıkıyordum, ben de sabunlanıyordum üzerimdeki radyasyonu arıtmak için ama sudaki radyasyon ne olacaktı?
22 Mart 2011 günü o nükleer uzmana “Bu arada suda radyasyon çıkıyor. bundan nasıl korunulur? Yemek yaparken elimizi yıkarken kullandığımız su bu” diye mesaj atmışım O da bana içmeyin demiş “bir hafta şişe suyu kullanın”!
Biz zaten musluktan su içmiyorduk ki. Elimizi neyle yıkayacağız? bulaşığımızı, duşumuzu? bunun riski nedir?
Depremden dolayı dağıtım ve tedarik aksamıştı. Yemek bulunmuyordu. Benzin de bulunmuyordu ama motorsikletimin deposunu doldurmuştum. Arabada olan yakıtı da hortumla emerek pet şişeye aldım. Nükleer felaket geldiğinde motoruma atlayıp olabildiğince hızla Tokyo’dan uzaklaşma planı yapıyordum. Bir depo ile 270 kilometre yol yapabilir, Şhizuoka bölgesinin ortalarına gelebilirdim. Oradan da Kyoto’ya ailemin yanına bir yolunu bulur varırım diye düşünüyordum.
Neyse ki bunların hiç birine gerek kalmadı. Bilmiyorduk ama Japonya yok olmaya çok yaklaşmıştı. Ve Allah Tokyo’yu kollamıştı. 10 gün sonra karım daha fazla Kyoto’da olmak istemediği için yanıma döndü. Tekrardan bir aile olarak beraber olabildik.
İçme suyunu uzun süre kendimizi emniyette hissederek içemedik. Bu konuda nükleer uzman arkadaşımla pek çok yazışma yaptım. Oğlumun radyoaktif maddelere maruz kalmasından korkuyordum. Bana şöyle bir mesaj çekmişti: “Kaan’ın radyoaktif iyot almaması lazım, bi avantaj iyodun yarı ömrü 8 gün, sezyumdaha uzun ömürlü artık onlarla birlikte yaşayacaksınız.”
Japonya’nın felakete yaklaştığı günleri Reuters detaylı raporlar ile belgeledi. Tıklayın ve okuyun (İngilizce).
Eski başbakan artık nükleer enerji karşıtı bir aktivist
Bu uzun parantezi burada kapatıyor, kabus gibi anılarımı tekrardan usumun derinliklerine itiyorum ve Naoto Kan ile bugün olan yemekli toplantımıza dönüyorum.
Kendisi böyle bir şey söylemedi ve bahsetmedi ama o günlerde Fukuşima reaktöründe kalan işçilerin çoğunun bugün hayatta olduğunu sanmıyorum. Bu insanlar büyük bir olasılıkla yüksek dozda radyasyondan dolayı öldüler. Tokyo’yu, Japonya’yı kurtarmak için kendilerini feda ettiler.
Naoto Kan bu felakete kadar Japonyanın nükleer teknoloji seviyesine güvenen, sızıntı gibi kazaların Jaopnya’da olamayacağına inanan bir politikacı imiş. Fukuşima kazasının ardından kendi deyimi ile “düşünceleri ve duruşu 180 derece değişti”. Şimdi nükleer karşıtı platformda faaliyet gösteriyor. Biri ABD’de, biri Tayvan’da bir diğeri de Kore’de üç nükleer santralin kapanmasını sağlamış.
Hemen buraya bir başka parantez açıp daha önce bu blogda yazdığım bir detayı hatırlatmak isterim. Naoto Kan’ın bahsettiği ABD’deki santral San Onofre Nükleer Güç Santrali. Üç yıl önce Japon Mitsubishi Heavy Industries (MHI)’ın ürettiği bir ünitede sızıntı meydana gelmişti ve bu nedenle santral durdurulmuştu. ABD Nükleer Mevzuat Kurulu’na Mitsubishi’nin sağladığı analizden firmanın hatalı olduğu anlaşılıyor. Şirketin de tasarım hataları olduğunu kabul eden bir açıklama yaptığı haber olmuştu.

Kapatılan San Onofre nükleer güç santrali (kaynak: Bloomberg)
MHI, Sinop nükleer santralini inşa eden firma. ABD’deki sızıntıdan dolayı aleyhine 7.5 milyar dolarlık zarar davası açıldı, halen uluslararası arbitrasyonda. Mitsubishi sorumluluğunun 137 milyon dolar ile sınırlı olduğunu ileri sürüyor.
Ben MHI firmasını Japonya’nın en iyi firması olarak tanımlarım. Mühendisliği, titizliği ve tecrübesi dünyada başka bir firmada yoktur diye bilirim. Bu nedenle MHI’ın yaptığı santrala daha çok güvenirim. San Onofre bir nükleer felakete yol açmadı. Ama kapatıldı. Bu santraller karmaşık yapılar. Parantezi kapatıyorum.
Eski başbakan Naoto Kan Japonya’nın nükleer enerjiyi terketmesinin gerektiğini söylüyor. Böylesi hem kendisi, hem dünya, hem de insanlık için daha iyi dedi.
Kan başbakan olarak kaldığı süre içinde Hamaoka nükleer güç santralinin kapatılmasını emretti. Bu santral da fay hattı üzerinde idi ve bir artçı depremde sızıntı yaratabilirdi. Başbakan ardından normal bakım süresi gelip de bakıma alınmak üzere durdurulan santrallerin geri açılması için gerekli şartları düzenleyen mevzuatı zorlaştırdı ve bu yolla tüm nükleer santrallerin kapalı kalmasını sağladı. Bu Ağustos ayında Kagoshima’daki bir nükleer santral yeniden devreye alınana kadar da Japonya’da son iki yıldır tek bir reaktör bile çalışmadı.
İki yıldır Japonya’da elektrik üretimi nükleer santral olmadan yapıldı ve hiç bir sıkıntı çelkmedik diyen eski başbakan nükleerin yerini yenilenebilir enerjini almasının mümkün olduğunu. %80’lere varan rüzgar, termal, güneş ve hidroelektrik enerji sağlanması gerektiğini söylüyor.
Yorumlar