Bakış açısı-1
Tokyo’daki profesyonel yaşamıma Japon finans sektöründe başladım. Japonya’da genelde işe yeni başlayan genç ve bekar elemanlar çalıştıkları şirketin yurdunda kalırlar. Ben de kendi apartmanıma geçene kadar öyle yaptım.
Yurt yaşamı şirket ve ekip kültürünün elemanlara benimsetilmesi için önemli bir araçtır. Ayrıca büyük firmalarda farklı birimlerdeki çalışanların birbirleri ile tanışmasına ve kaynaşmasına olanak sağlıyor. Japonya başbakanı Abe veya Tokyo belediyesi temizlik elemanı farketmez, herkes genç ve tazeyken aynı yoldan geçiyor.
Tokyo’da kaldığım ilk tesis, 4 kişinin bir arada yaşadığı odaların çoğunlukta olduğu bir yurttu. Bana tahsis edilen bina aslında başka bir mahalledeydi ama oradaki odam henüz hazır olmadığı için ilk bir-iki günlüğune geçici olarak bu tesisde idare etmemi istediler. Bu süre içinde tek kişilik bir misafir odasında konakladım.
Asıl kalacağım yurt Tokyo’nun “Taksim” i diyebileceğimiz Shinjuku semtine yakın bir yerde, Higashi Nakano’daydı. Hemen yanı başında Sumo güreşçileri ile meşhur Nakano bölgesi vardır.
Higashi Nakano yurdundaki odaların hepsi tek kişilikti ve büyüktü. 25-30 metrekare vardı. Dairelerde tuvalet ve banyo yoktu. İhtiyaçlarımızı gidermek için odalarımızın bulunduğu kattaki ortak tuvaleti kullanıyorduk. Ayrıca yurdun ortak bir “ofuro”su yani hamamı vardı. Orada yıkanırdık.
Telefon bulundurmamız yasaktı. Odamızda mutfak da yoktu. Yerler geleneksel Japon “tatami”si idi, yani hasırdı. Yemek yapmak yasaktı. Binanın kafeteryasında sabah kahvaltı, akşam da yemek çıkardı. Yurt müdürü biz gelene kadar akşam öğünlerimizi muhafaza ederdi çünkü erken saatlerde yurda dönen pek olmazdı. Gece yarılarına hatta sabahlara kadar çalışmamız beklenirdi.
Elektrik ve su gibi masraflara karışmazdık. Sembolik bir miktarı yurt ücreti diye alırlardı. Hatırladığım kadarı ile ayda 5000 Yen’di bu miktar.
Tokyo’daki ilk günlerimde sabahları 6-6:30 arası uyduruk bir kahvaltı yedikten sonra saat 7 gibi işe gitmek için yola çıkardım. Daha sonraki yıllarda çıkışımı sabah 5’e kadar çekdiğim günler hatta haftalar olmuştur. Hala her gün 05:00 – 06:00 arası uyanırım. Zaten disiplinli biriydim ama o günlerde sabah uyanış ve güne başlayış rutinlerim perçinleşti.
Tokyo’da her sabah milyonlarca insan kendilerini bir yerden bir başka noktaya taşıyan metro sistemine bir ucundan girer, diğerinden çıkar. Dünyanın en verimli tünel sistemi diye bilinir Tokyo metrosu. Ben de bu güruhtan biriydim. Yeraltındaki labirentlerde daha henüz uyanmamış insanlarla beraber ayağıma basılarak, duruş ve kalkışlarda itilerek ve iterek, ve genellikle de ayakta dikilerek durak noktalarını geride bırakırdım. Trenlere çok erken binilmedikçe oturmak pek mümkün değildi.
Metroda insanlar konuşmaz, gülmezdi. Genellikle uyur ya da bir şeyler okurdu. Tokyo’ya çalışmaya gelmeden önce, günü birlik veya bir kaç günlük öğrenci turları ile geldiğimiz zamanlarda, sabah trenlerine binmezdim ama gene de gülmeyen ve birbirini itip kakan bu insalar garibime giderdi. O sistemin bir parçası haline gelince yavaş yavaş alışmaya başladım.
Trende geçen bu süre size bir şeyler okuma, düşünme fırsatı veriyor. İşyerime kadar 40 dakikada gidebiliyordum. Bazı insanlar 1 hatta 1:30 saatilik yolculuk yapıyorlar.
Öğlen yemeği şirketin kafeteryasında yenirse ucuzdu. Genellikle akşamları saat 9’a kadar çalışırdık. Gece yarılarına hatta sabaha kadar çalışıp eve sadece banyo yapmak için döndüğümüz günler de oluyordu ama ben çok yapmadım.
Akşam yemeği dışarda da yenirdi ama işe yeni başlayanların maaşı düşük olduğu için yurda dönmek cazip geliyordu tabii. Gece döndüğümüzde ışıklar sönmüş olurdu. Demir kapıyı aralar, avluyu geçer, ana binadan içeri girer, ayakkabılarımızı çıkartır terliklerimizi giyer, karanlıklar içindeki yemekhaneye yönelirdik. Orada dizi dizi masaların köşesinde itina ile hazırlanmış bir öğün yemeğimizi bizi bekler bulurduk. Porsiyonlar, ne kadar yediğimizi bilen yurt müdürü tarafından ayarlanmış olurdu. Tabakların üstü yemekler kokmasın bozulmasın diye jelatinle kaplanmış, suyuna kadar bardaklarımızı doldurulmuş olurdu.
Yurt müdürümüz eski bir boksördü. İyi, sempatik bir adamdı. Uluslararası ve ulusal müsabakalarda dereceler almış bir sporcuydu. Ailesi de bizimle beraber aynı yurtda kalırdı. Disiplinli ve centilmen bir insandı. Yurda gece giriş çıkışlar kurallara bağlıydı. Bu kuralları herkese uygulardı kimseye iltimas geçmezdi. Hemen herkes akşamları geç gelirdi ama bunu bildirmek zorundaydı. Saat 11:30’da sıkıyönetim gibi kapılar kapanırdı. Eğer yemek yurdun kafeteryasında yenmeyecekse bu da bildirilmeliydi.
Müdür aynı zamanlarda bizim aktivitelerimizi de raporlardı. Duyardık.
Kız arkadaş getiremezdik. Ben bunu bilmiyordum. Bir Cumartesi günü sevgilimi alıp kaldığım yeri göstermek istedim. İçeri girerken yurt müdürü ile karşılaştık. Selamımı bile almadan “kadın yasak” dedi. Ben şaşırdım, nasıl yani falan diyecek oldum ama adam kestirip attı. Kız arkadaşım bu durumu gayet normal karşıladı. Benim ve kendisi adına özür dileyip geri döndü. Ben de arkasından gittim, ama boksöre bir iki laf ettikten sonra.
Bu olaydan bir kaç ay sonra da kız arkadaşım Takemi’den ayrıldım.
Karımla tanıştığımız zaman da aynı yurtta kalıyordum. Patlak bir bisiklet lastiğinin tetiklediği bir dizi olaylar zinciri sonucu karşılaştık biz. O yıllar çok sık bisiklete binerdim, hatta işe bisikletle bile giderdim. Şimdi de biniyorum ama eskisi kadar sık değil.
Tokyo düz bir şehir, yolları asfaltlı, bisiklet ile bir yerden bir yere gitmek çok kolay. Ama hava rutubetli olduğu için terletiyor. Bir de çok sık yağmur yağar.
Tokyo nüfusu banliyölerle beraber 35 milyona gelir. Ama park ve bahçe boldur. Şehrin pek çok yöresine, ki bazıları en pahalı merkez bölgeleridir, serpiştirilmiş büyük yeşil alanlar vardır. İkamet ettiğim bölgeye biraz uzak kalan Kichijoji semtinin Inogashira parkını çok severdim ve sık sık giderdim. Bisikleti aldığım spor mağazası da oradaydı zaten. Gençlerin uğradığı cıvıl cıvıl bir mekandı. Hala öyle.
Her hafta sonu mutlaka bu parktaki koşu pistinde onlarca diğer insanla beraber jogging yapar, kondisyon antremanı uygulardım. Öğleden sonraları da ya Kichijoji’de dolaşırdım ya da yeşil çimlerine uzanır kitap okuyarak, şirket içi veya şirket dışı seviye sınavlarına çalışarak, yazarak veya hayal kurarak zaman geçirirdim.

Parkta uzanmış keyif yaparken yanıma gelen güvercinler
Karımla flört etmeye başladıktan sonra sık sık Inogashira parkına gittik. Kendisi çok yakın bir yerde oturuyordu zaten.
Aşağıdaki fotograf da o parkta henüz biz genç bir ikiliyken çekilmiştir. Tekerleği görünen bisiklet de tanışmamıza vesile olan olaylar zincirini başlatan bisiklettir.

Geçmişten bir anı: İnogashira parkında sabah, ben ve Ay, evlenmeden önce
Tanıştığımız o yaz beraberce Japonya’nın güney kıyısının açıklarındaki Yakushima adasına bir yolculuk yaptık. Beş paramız yoktu, banliyö trenlerinin birinden diğerine atlayarak koridorlarda yatarak iki günde gittik Kagoshima’ya kadar. Oradan da gemi ile bata çıka 4 saatlik bir yolculukla Yakushima’ya. Türkiye’de otostopla Akdeniz ve Ege sahilleri dolaştığım için deneyimliydim. Ay’ın da çok hoşuna gitmişti o macera.
Bakir sahilleri ile bir cennetti bu ada. Unesco tarafından korunmaya alınmış diye duydum. Bizim gittiğimiz dönem Caretta kaplumbağalarının yumurtlama dönemiydi. Denizin kenarına kurduğumuz iki kişilik çadırımızda kalıyorduk. Akşamları kaplumbağalar şaşırmasın diye ışık veya ateş yakmıyorduk. Tüm sahil boyunca bir tek biz vardık bir de Kanada’lı çevre dostu bir aile. 10 yaşında bir çocukları vardı. Ay’a aşık olmuştu velet peşinden ayrılmıyordu.
Kamp yaptığımız sahil beyaz ve ince kumdu. Sahilin sonunda kaynağı denizden çıkan bir kaplıca bulunurdu. Kıyıda, çevresini taşlarla çevirip bir havuz yapmışlar, bir de basit kömür fırını kurmuşlardı denize karışınca ılıyan kaplıca suyunu ısıtmak için. Her akşam üzeri bu havuza girer, denizin içinden gelen dalgalar ile beraber güneşin batışını seyrederdik.
Bugünlerde Yakushima kendi enerjisini kendisi güneşten üreten kendi kendine yeten bir ada haline gelmiş diye duydum.
O sahilde pek çok fotoğraf çektim. Bir tanesi, aşağıdakidir. Nippon Camera dergisinin açtığı yarışmalardan birinde dereceye girdi ve derginin o yılın Aralık ayında çıkan sayısında yayınlandı.

Yakushima’da
harika erolcugum . ayri dustugumuz zamanlar senin neler yaptigini ogrenmek guzel , bugun aklima akyarlardaki , bir kamp donusu . benzin istasyonuna yakin ayaklarini isitmak icin bedenime surdugumu hatirladim , net,i actigimda senin bu yazinla karsilastim, cok begendim yazi ve anlatis tarzini , sevgilerle
Selamlar, Akyarlar kampı benim de hiç aklımdan çıkmıyor. Hele gece yarısı sizi korkutmak için kurt taklidi yaptığımız vs. Aslında o kampları da yazmak istiyorum ama elimde hiç fotoğraf yok.
Çok içten, çok gerçek, ustalıkla aktarılmış bir yazı…Kalemine, ruhuna sağlık Erol’cuğum…Bu yazıların bende her ne ise güzel şeyler uyandırıyor ve gün boyu devam ediyor bu etki…Sen her gün yaz e mi?
Sağol Esracım, tamam artık her gün yazarım.
Eline sağlık Erol çok güzel bir yazı benide Tokyo ‘da bir süre yaşadığım günlere götürdün selamlar !!!!!
Biraz daha Tokyo yazısı koyayım o zaman 🙂 Hangi semtindeydin?
Sumiyoshidai da yaşadım shibuyada okula gittim
google’da başka bişey ararken bu blogu buldum ve iyikide bulmusum. çok güzel yazı. hep başka ülkeleri ve o ülkelerdeki yaşamları merak etmişimdir. Umarım japonya hakkında daha çok yazarsın. her gün okurum.
Yorum için teşekkürler. Her gün yazmıyorum ama daha fazla günlük yaşamı yazarım. Gelen bağlantıyı tıklayın sizi email listesine üye yapsın sürekli kontrol etmek zorunda kalmazsınız.