Yaralarımız-1: Körebe

Üye olmak için burayı tıklayın, yazılar doğrudan posta kutunuza gelsin (bilgileriniz gizli tutulur)

Hepimizin çocukluğumuzdan kalma yaraları vardır. Bazıları kişiliğimizi, birey olarak özelliklerimizi şekillendirirken bir kısmı anı olarak kalır. Diğerleri ise zamanın derin köşelerinde unutulur.

Fiziki yaralar fiziki acılar verir. Bir yanımızı incitmişizdir. Bir kesik, bir kırık, belki yarık belki de yanıktır.

Ruhumuzdaki yaralar ise göze görülmez ama sızıları daha derin ve daha uzun olabilir. En ağırları uğranılan haksızlıklar; en masumu karşılıksız aşklar; en çok karşılaşılanı sorunlu arkadaşlıklardır.

Bunca yıldan sonra hangi yaraları hatırlıyorum? Hangi yaram en kötüydü? Hangileri için üzülmeye, endişelenmeye, acı çekmeye değmezdi? Hangilerini savuşturabilirdim? Hangileri kazaydı hangileri aptallık? Hangileri dikkatsizlikti hangileri tedbirsizlik?

Hareketli bir çocukluğum ve gençliğim oldu. Tüm yaralarımın çetelesini yazsam bu bloğa bir 1000 sayfa daha eklenir.

Onun yerine biri fiziki diğeri duygusal iki yaramı anlatacağım. Geriye dönüp de düşündüğümde bu olayların bende iz bıraktıklarını anladım. Bu yüzden önemli buluyorum. Mutlak daha ağır yaralarım oldu, ama onlar dimağımda bu ikisi kadar etki yapmadılar.

Birinci yara: Körebe

Ya 1974 ya da 1975 yazıydı. Ailecek Ziraat Bankası’nın Alanya’ya 35-40 km uzaklıktaki tatil kampına gelmiştik.

Bu tesisleri banka mensupları için yapmıştı. 15’er günlük devreler halinde dönüşümlü olarak kullanılırdı. Her devre arasında kampa giriş yapmanın yasak olduğu iki-üç günlük hazırlık-temizlik süresi olurdu. Bu süre içinde yemek çıkmaz, kamp hizmetleri verilmezdi. Odalar da hazır edilemezdi zaten. Ama kampın açılışından bir gün önce genelde işler bitmiş olduğu için erken gelenler geri çevrilmezlerdi.

Biz de o yaz kampa, açılışından bir gün önceki akşam üzeri vardık. Ankara’dan otobüsle seyahat etmiştik. Yol yaklaşık 16 saat sürerdi ve yorardı.

Yaz kamplarını biz çocuklar çok severdik. Türkiye o günlerde daha gelişmemiş; bütün yıl içinde zaten yaptığımız en önemli olay olan bu kamplar yeni arkadaşlar kazanmamıza vesile olurdu. Ve tabi ki o yaşlarda filizlenmeye başlayan ilk yaz aşklarına.

Odaya üstün körü yerleştikten sonra soluğu kumsala bakan kafeteryada almıştım. Denizi görmek için. Akdeniz muhteşem, kumsal uzun ve geniş. Kamp yerleşkesi plajın faleze benzeyen doğal kayalıklarla sınırlandığı yere kurulmuş; dalgalar kabarıp da coşkuyla patladığı zamanlar harika bir görüntü ve ses şöleni oluşurdu, hipnotize olmuş gibi izlerdim.

Tek erken gelen aile biz değildik. Kafeteryada babam arkadaşları ile oturmuş sohbet ediyordu. Ben de yanına iliştim ama gözüm ve gönlüm kumsalda oynayan çocuklarda. İçim sabırsız, kıpır kıpır. Biraz sonra izin çıktı ben de vınnnn deyip fırladım.

7-8 kişi kadarlardı. Aralarına katıldım. Bir süre sonra körebe oynamaya başladık. Zemin kum olunca bu oyun biraz daha zor ama eğlenceli oluyor. Ayaklar kuma battığı için normale göre daha fazla efor sarfediliyordu ama aynı zamanda kum yumuşak olduğu için de daha atak olabiliyordunuz; düşseniz bile canınız acımıyordu.

Oyunun doğal akışı içinde ben de yakalandım körebe oldum. Göz bandını takdım ve oyuna tekrardan başladık. Bir süre koşarak ebelemeye yakalamaya falan çalıştım ama nafile. Sonra daha atak olup yakınımda ses veya soluk duyarsam dönüp atlamaya başladım. Bu böyle bir kaç dakika devam etti.

Başladığımız yerden uzaklaşmışız gözlerim örtülü olduğu için ben fark etmedim.

Sol yanımda bir ses duydum ve hızla dönüp panter bir kaleci gibi daldım.

Ve hayatımda ilk defa, beynimim içinde sert bir ses duydum, karanlık gözlerimde yıldızları gördüm.

Göz bandını indirdiğimde gözlerim, yanaklarım, ve elimde tuttuğum bez parçası sıcak ve ıslaktı. Kumsalın ortasındaki elektrik direğinin dibinde, dizlerimin üstüne çökmüş oturuyor ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Kafam kulaklarımdaydı, zonklamanın ne demek olduğunu ilk o gün anladım. Etrafımdaki çocuklar taş kesilmişlerdi.

Bir tanesi “bir şey yok” gibisinden bi laf etti. Elimi alnımın sol tarafına götürdüm, ama alışık olduğum gibi sert kemik yerine yumuşak, ve sıcak şeftali hissi veren bir dokudan içeri girdi parmaklarım.

Alnım yarılmış, oluk oluk kan akıyordu. Elektrik direğine çarpmıştım. Hava kararmaya başlamıştı. Benim de gözlerim kararıyordu yavaşça.

Kafeteryaya geri yürüdüm. Belki de koştum hatırlamıyorum. Babam ve arkadaşları gördüler bizi, ya da çığlıklarımızı duydular.

Kamp açılmamış daha doktor yok. Gece olmak üzere. Bizde araba da yok 1970’li yılların Türkiye’si. Alanya bugünkü gibi değil, köy irisi küçük bir kasaba. Hastane bulunur mu bilmiyoruz.

Nasıl veya kimin arabası ile gittiğimizi hatırlamıyorum. Bir yere geldik, sağlık ocağı veya baraka gibiydi. Duvarları sıvadan. Doktoru yoktu. Gece olduğu için yemeğe gitmiş. Bir sedyenin üzerinde bekledim. Abim kafamın halini görünce kusmuş. Annem fenalaşmış. Ben can havliyle feryat ediyorum.

Sonra geldi bir hekim. Bana anlattıklarına göre yemekte hasta gelince sinirlenmiş. İçki masasından kaldırmışlar. Alnım, sol tarafının ortasının biraz altından saçlarımın başladığı çizginin biraz gerisine kadar dikine boydan boya yarılmıştı. Morfin beklemedi canlı canlı dikti. Her bir iğnenin girişini, ipliğin geçişini hissettim. Sonradan belli oldu ki düzgün dikiş de atamamış. Alkollü olduğu içindi herhalde.

Ondan sonraki günleri kaldığımız dairede yatarak geçirdim. Ne denize girebildim, ne de havuza, ne de dışarı çıkabildim. Her gün pansuman yapılıyordu. Bu ne kadar sürdü hatırlamıyorum. Galiba 10 gün kadar.

Sonra kamp doktoru dikişleri aldı. Babacan bir adamdı. Her gün yaramla ilgilenmişti. Sevdim o doktoru. Yaram iyileşmişti. Kötü dikildiği için çirkin bir iz kalmıştı ama zamanla geçer dedi doktor amca. Denize girebilir miyim diye sordum. Girebilirsin dedi. O sevinçle çok sevdiğim Akdeniz’e koşa koşa gittim.

Kampın bulunduğu mevkinin bir özelliği büyük dalgaların olmasıdır. Çocukken bu dalgalar dev gibi gelirdi bana. Kıyıda kabarmalarını bekler, tam kırılacakları sırada diplerine dalıp arkalarından çıkardım. Bu birkaç saniye boyunca deniz içindeki türbülans heyecanlı bir zevk verirdi. Buna adrenalin diyorlarmış sonra büyüyünce öğrendim.

Alanya’ya gittimiz yazlar kamp süresi boyunca her gün sabahtan akşama kadar bu oyunu oynamışımdır. Ta ki alnımı yardığım o seneye kadar.

Heyecanla dalgaları beklemeye koyuldum. Bir, iki küçük dalga geldi, dalmadan üzerinden sörfle geçer gibi geçiştirebileceğim tipten. Ardından beklediğim büyük dalga geldi. Büyüdü büyüdü ve tam kırılmak üzereyken dalganın dibine daldım.

O sene boyum uzamıştı herhalde çünkü o güne kadar hiç olmayan bir şey oldu ve denizin dibine çakıldım. Belki de dalga çok fazla büyüktü suyu çekmişti, belki bir kaya vardı. Bilmiyorum. Belki 10 gündür yatakta yatmaktan hamlamıştım.

Alnım aynı yerden ikinci kez yarıldı.

Bu kez dikemediler de. Aynı yara iki kez dikilemiyormuş. Kendi kendine kapanması, kaynaması gerekecekti. Mikrop kapmasın diye her gün sargı pansuman ve ilaç. Bir süre sonra kafayı unutup denize girmeye başladım, tuzlu su mikropları öldürür mantığıyla.

Akdeniz o günlerde pırıl pırıl ve temizdi. Gerçekten de hızla iyileşti yaram ve kaynadı. Dikiş izi olan yerde yarık izi kaldı. Hala da vardır. 5 santim kadar. 40 yıldırdır da oradadır.

Aslında çocukluğumda başıma gelen en kötü fiziki yara bu değildir.

Mesela Kennedy Caddesi’ndeki evimizde apartman kapısını iterken cam kırılmış sol bilek damarım kesilmişti. Çok kan kaybetmiştim. Gene aynı mahallede, 5 yaşında kadar iken çevrenin delisi yakın mesafeden sol gözüme büyük bir taşı tüm gücü ile indirmişti. Acil serviste morfinsiz diktiler. Biraz geç kalsak, veya taş bir iki milim yukarı gelse kör olurdum.

Güniz sokakta bisiklete binmeyi öğrenirken bir arabanın altına girmiş; uzun bir kavak ağacından atlayıp komada kalmış; İzmir’e gittiğimiz bir kurban bayramında teyzemin evinin arkasındaki inşaat alanında koca bir kalasın koca bir çivisine basmış; 1973 kışında şimdi Hilton Oteli’nin olduğu yamaçta kaydığım kızakla son sürat elektrik direğine toslamış; Kavaklıdere sinemasının tavanından düşmüştüm. Bahçe duvarlarından düşmeleri rutin olduğu için saymıyorum. Bütün bunlar 14 yaşımdan önce olmuştu.

Ama yukarıda anlattığım körebe oyununudaki yarayı unutmadım. Çünkü ötekiler kaza ya da dikkatsizlikti. Bu ise farklıydı. Körebe olduğumda kafamı yardığım elektrik direği uzaktaydı. Oyun arkadaşlarım beni bilerek yanına çekmişler, kazayı hazırlamışlardı. Neden öyle yaptılar bilmiyorum. Özel bir sebebi de yoktur zaten. Çoğu küçük bir kaçı yaşça az büyük çocukların arasındaki bir “fırlama çakal”‘ın etkisinde kaldılar, belki ihtimal vermediler. Ben gözlerim bağlı olduğu için farketmemiştim. Daha sonradan düşününce bu sonuç ortaya çıkıyor.

Çocukların böyle olduğunu daha sonraki yıllarda öğrendim. Bugün baba olarak kendi oğluma ve onun okulunda olanlara bakınca da aynı şeyleri gözlemleyebiliyorum.

Bu olay daha sonra insanlara kolay kolay güvenememe yol açtı. O durumu da ilk yetişkinlik yıllarımda edindiğim tecrübelerle aştım. İnsanlara güvenememe iyi bir şey değil. Evet belki tehlikelerden teorik olarak korur ama sağlıklı ilişki kurulmasını da engeller.

Geriye dönüp de bakınca kendi çocukluğum belki de bu çeşit oyunlarla iç içe büyüyen son nesil gibi geliyor bana. O anlamda şanslıyım. Evet yaralar çok oldu ama bir daha geri gelmeyecek o harika günleri kitaplardan okumadım, filmlerden izlemedim, anlatılanlardan dinlemedim; doya doya yaşadım. Ve öğrendim. Sevinçleri, kahkahalı günleri, mutlu olduğum anları kötü ya da acılı hatıralardan kat kat daha fazla anılar biriktirdim. Tanıdığım her yüreğin bunda bir katkısı vardır.

Diğer yaramın hikayesini ayrı bir yazıya bırakıyorum.

Yorum bırakın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s