Osaka treninde

Üye olmak için burayı tıklayın, yazılar doğrudan posta kutunuza gelsin (bilgileriniz gizli tutulur).

Tarifeli ilk hızlı trenle Osaka’ya gitmek için sabahın 04:30unda uyanıyorum ve 05:00’da evden çıkıyorum. Trenim, 40 dakika uzaklıktaki Shinagawa istasyonundan saat 6’da kalkıyor.

Hava karanlık yollar tenha. Hızlı adımlarla eve en yakın banliyö durağına yürüyorum. Yolda mahalle esnafından bir erkek berberinin önünden geçiyorum. Sahibi dükkanı açmış, üzerinde kısa kollu beyaz bir atletle eskiden berberlerin hemen önüne konan ve kutup işareti denilen kırmızı-beyaz-mavi şeritli lamba şeklideki şeyi siliyor. Sabahın 5i, kış günü. Eksi 10 derece değil ama sıcak da değil.

Ben 12 yıldır burada yaşıyorum bir kere bile gitmedim. Günde kaç müşterisi oluyordur böyle bir berberin? Ve ilk müşterisi saat kaçta dükkana gelir? Belki iki belki üç traş yapar mı? Japonlar sabah sabah yap bir sakal traşı diye gelmez ama adam sabahın 5inde buz gibi havada yarı çıplak dükkanın tabelasını temizliyor.

İstasyona giriyorum. Burası da ıssız. Perondaki banklardan birine oturuyorum. Hala uykum var. önümden genç bir kız ile oğlan tekerlekli bavullarını çekerek geçiyorlar. Birbirlerine mi kaçıyorlar yoksa beraber seyahate mi çıkıyorlar? Kim bilir, daha gün ışımadı.

Shibuya istasyonunda Tokyo’nun hafif raylı sistemi Yamanote hattına geçiyorum. Sabahın körü de olsa insanlar trene yetişmek için var güçleri ile koşuyorlar. Oysa bu tren kaçsa bile bir sonraki sadece 5-10 dakika sonra.

Ben de kendimi atıyorum gelen vagonlardan birine. İçerisi sıkışık değil ama tenha da değil. Yani oturacak yer var. Dikkat ediyorum bu saatlerdeki yolcular arasında takım elbise kravatlı kimse yok. Etrafımdakiler ya taşeron işçiler, ya da hangi işte çalışıyorlar ise o işin akşam vardiyasından dönenler olmalı. Hepsi montlu, beyzbol kepli. Fötr şapkalı veya kasketli ve kravatlı elit kesimin trenlere binmesine daha en az bir buçuk-iki saat var. Onlar evlerinde sıcak kahvaltılarını yapmaya hazırlanıyorlar.

Boş bir yere ilişiyorum. Yolcuların çoğu ya uyuyor ya da uyuşuyor. Sol tarafımdaki adam horluyor. Göğsünün üzerine bir viski markasının paketini bastırmış. Akşamdan mı kalma?

Sağ karşı tarafta çaprazımda oturan iki genç kız dikkatimi çekiyor. Moda dergilerinden fırlamış gibiler. Uzun boylu, şık, temiz, ve güzel. Bir an acaba gece yarılarında striptiz klüplerinde çalışıp da ilk trenle eve dönenlerden mi diye düşünüyorum. Ama sonra üzerlerinden sigara ve içki karışımı ağır akşam kokusu gelmediğini farkediyorum. Bu iki genç kız akşam mesaisinden dönmüyor, günün mesaisine yeni başlıyorlar.

IMG_9681

Kızların ikisi de uyukluyor, bir tanesi kafasını demir borudan tutacağa dayamış. Beraberlerinde Channel, veya Limitless Tokyo gibi Marka elbise paketleri ve torbaları var. Siyah saçlı olanı bir ara mahmur gözlerini açıyor ve bakışlarımı yakalıyor. Ceylan gibi güzel bir genç kız, kocaman kömür tanesine benzeyen gözleri var. Belli belirsiz bir tebesssüm başlangıcı beliriyor dudaklarında sonra tekrardan uyuklama haline geçiyor. Bu kızın adı Karaca olmalı diye düşünüyorum.

Yanlarında, at yarışı oynayan işsiz güçsüz takımının sıkça gittiği ganyan bayilerinde görebileceğimiz tipten bir adam var. O da uyuyor. Bir süre sonra kalkıyor o adam ve trenden inerken ters bir bakış fırlatıyor kızlara. “Ulan ben bunlarla beraber mi geldim?” dercesine. Kızların haberi yok, olsa da umursamazlar herhalde.

Shinagawa istasyoununa geliyoruz. Ben çantamı toplayıp iniyorum ve hızlı tren gişesine doğru ilerliyorum. Neyse ki önümdeki bilet sırası uzun değil. Tren 10 dakika sonra. Biletimi alıyorum. İşimi bitirip gişeden ayrılmak için arkamı dönünce o iki kız ile karşılaşıyorum. Karaca’nın hüzünlü, daha doğrusu uykulu gözleri kocaman açılıyor bi an. Beni görünce belli belirsiz ve hafif şaşkın bir tebessüm geçiyor yüzünden.

Trene binmeden bir kahve ve sandviç alıyorum ve 24üncü perona doğru ilerliyorum. Aa o da ne? Karaca ve arkadaşı da aynı peronda ellerinde moda markalı çantaları treni bekliyorlar. Birazdan saat geliyor ve kapılar açılıyor. Biniyoruz ve görüyorum ki aynı vagonda oturuyoruz, iki sıra önümdeler. Benim yanımda asık suratlı bir kadın var. Yerine yerleşir yerleşmez takvimini açıp günlük randevularını kontrol ediyor. Hareket ediyoruz ve karanlık içinde dağlara doğru vuruyoruz. Hava daha aydınlanmadı.

Yanımdaki kadın bir buçuk saat sonra Nagoya’da iniyor yerine başkası biniyor. Sonraki istasyon Kyoto. Burada da Karaca ve arkadaşı iniyorlar. Giderken gene göz göze geliyoruz. Ama bu kez yakından ve biraz daha aydınlık altında görüyorum yüzünü. Yorgun. Hüzünlü değilmiş sadece yorgunmuş, ve ne çok makyaj var.

Ben de bir sonraki durakta Osaka’da iniyorum. Saat sabahın 8’ini biraz geçiyor. Tokyo-Osaka arası 600 kilometre, ve bu mesafeyi 2 saat 15 dakikada gelmişiz.

Gün içinde işlerimizle meşgul oluyoruz. Mesai sonunda ev sahibim bizi önce yemeğe götürüyor. Sonra da “Karaoke”ye  yani şarkı söylenen barlara davet ediyor. Giriyoruz bir tanesine. Bizden başka bir veya iki masa var, oturuyoruz. Burada çalışan genç kızlar masaya davet edilmeyi bekliyorlar. Ev sahibimiz işaret ediyor ve geliyorlar.

 

Karaoke masası

Karaoke masası

Bir zamanlar, Japon ekonomisinin ihtişamlı günlerinde gece hayatının odak noktasıydı bu barlar. Bol para harcayıp, harcadığından çok bahşiş bırakan yağlı müşteriler özel rezervasyonla girebilirdi. Yavaş yavaş çöken yaşlı imparatorlukla beraber o günler de geride kaldı. Artık kimseciler yok buralarda, tesislerin pek çoğu da sinek avlıyor.

Karaoke gene aynı ama. Bir Japon icadı bu eğlence türü ile insanlar içlerinde kalan “yıldız” olma arzusunu kaşıyorlar. Bizden sonraki tek masayı meşgul eden iki kişi detone şarkılar söylüyorlar. Bizim masa 11 kişiyiz ve belki de en itibarlı müşteriyiz. Garsonlar etrafımızda dört dönüyor. Ev sahibimizi iyi tanıyorlar belli.

Bir müddet sonra bu gece de bitiyor. Herkes evine dönüyor ben de kalacağım yere gidiyorum. Yılda 4-5 kez gelirim Osaka’ya. Bu seferinde hizmet ve tesis kalitesi düşük pahalı otellerde kalmaktansa özel bir network üzerinden bir ev kiralıyorum. Ikea mobilyalı steril bir yer. Ama aydınlık, geniş ve temiz. Sakin şekilde günü sonlandırıyorum.

Geceyi burada geçirdim

Geceyi geçirdiğim tesis

Yorumlar

  1. hem kültürel değerlerine bağlı kalıp hem de teknolojik ilerlemeyi başarabildiklerinden çok sevdiğimiz
    japon milleti, aslında bir mit. yok, böyle bir japonya yani.
    bırakın kendi ortaçağlarının bugünün teknolojisi ile kolaylaştırılmış mesut günlerini yaşamayı,
    japonlar avrupalı ve amerikalı araştırmacıların bile,
    kendi toplumlarının hangi yöne doğru değişeceğini anlamak için inceledikleri
    bir süpermodern toplum yaratmış durumdalar.
    bu sebeple “blade runner” gibi filmler tokyo imgeleriyle dolu mesela.
    son çağın acayip teknolojik gelişmelerinin doğal olarak,
    acayip toplumsal değişimlerle beraber geldiği çıplak gözle görülebiliyor japonya’da.

    Erol bey merhaba. Ustteki yazıyı japonya nin öbür yüzü gibi bi başlık altında onların sapkın ve kadınları asagilayan yaşam tarzını anlatan sayfalardan birinde buldum . Siz ne dersiniz bunla ilgili genel olarak

  2. Bu satırların yazarının kafası bir hayli karışık derim, paragraf mantık hataları ve klişe kelimelerle dolu. Kısacası konuştuğu konu hakkında bir şey bilmiyor.

    Blade Runner filmine gelince, bu film 1982 yılında çevrildi. 1968 yılında yayımlanmış bir bilim-kurgu fantezi romanından esinlendi (Do androids dream of electronic sheep?). Filmin çevrildiği dönem Japonya ile ABD arasında ticaret savaşı vardı, Japon arabaları ve elektronik ürünleri ABD’de pazar buluyor, iki ülke arasındaki ticaret dengesini Japonya lehine çeviriyor, ABD’de Japon malları ile rekabet edemeyen firmaların işçi çıkarmalarına veya kapanmalarına yol açıyordu. Kısacası 1982 yılında yazılmış kitaplarda “gelecekteki ABD” temasında bolca Japon motifi görmek mümkün.

    Ayrıca kitabın yazıldığı 1968 yılında nükleer savaş senaryosunun sürekli gündemde olduğunu (1962 Küba krizi ve sonrasında) ve gene 1982 yılında ABD’de Ronald Reagan’ın yeni başkan seçildiğini, nükleer savaş tehlikesi ve “Yıldız Savaşları” motiflerinin film ve müzik ve şarkılara konu malzemesi olduğunu unutmayalım. Yani filmdeki Japon motifleri hem o tarihte herkesin yaptığı bir tahmin ile (gelecekte ABD Japon elektronik ürünleri ile istila edilecek) hem de nükleer savaş sonrası yaşam ile uyuşuyor. Bunda bir anormallik yok, kaldı ki o filmde Japon olduğu kadar çin motifleri de vardır, sadece Tokyo değil, Hong Kong’da ilham kaynağı olmuştur.

    Köprünün altından çok sular aktı ve artık Japonya o kadar futuristik motiflere ilham kaynağı değil. Bir örnek vermek gerekirse “Cloud Atlas” filmindeki gelecek “Yeni Seoul” dır, Tokyo değil.

    Japonya’da kadınların yeri hakkında bir kaç yazı yazdım onları okuyarak bir fikir edinebilirsiniz. Japonlar sapkın mı? Evet biz ne kadar sapkınsak onlarda o kadar sapkın. Yani anormal bir durum yok.

Yorum bırakın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s