Sıradan bir Cuma akşamından aklımda kalanlar

Dün alışılagelmişin dışında bir saatte, sabaha karşı bir buçuk da eve döndüm. Akşam yemeğine bir misafirim vardı. Sohbetimiz ilk başlarda iyiydi ama son bir saatinden keyif alamadım. Konuğumun kız arkadaşı bize katıldı ve ortamı gerdi. Gereksiz yere kapris yaptı. Abuk sabuk laflar etti, konuşulan konuya çerez bile olmayacak şeyler söyledi.

Efendim, önce dünün şöyle bir özetini çıkarayım. Öğleden sonra bankada bir işim vardı. Kısa sürer zannediyordum ama, bana bakan memurun eli mi yavaştı yoksa benim talebim mi çok zordu bilmiyorum, bir saatten fazla vakit harcadım oarada. İşim bitip de şubeden çıkınca yola park ettiğim motoruma ceza yazıldığını gördüm. Bu kadar uzun kalacağımı bilseydim vasıta ile gelmezdim tabii. Ayrıca bankanın bir de park yeri varmış. Sonradan fark ettim. Yani gereksiz bir iş oldu. Boşu boşuna 9000 Yen ödemek zorunda kalacağım.

Gene de canımım çok sıkıldığını söyleyemem. Evet, fuzuli bir harcama yarattığım için hüsran duydum. Ama öte yandan bir önceki gün hesapta olmayan bir tercüme işi gelmişti. Ordan gelecek paranın bir kısmı buraya gidecek.

Tercüme sürekli yaptığım bir faaliyet değildir ama arada bir tanıdıklarımdan gelen istekleri kırmıyorum. Ayrıca benim de işime geliyor. Hayır, ek gelir kazandırdığı için değil çünkü bunlar bir-iki sayfalık tercümeler. Öyle büyük paralar getirmez. Zaten daha fazlasını yapmaya zamanım da yoktur. Ama Japonca’dan İngilizce’ye tercüme yapmak Japonca konuşmaya benzemiyor. Ayrı bir meziyet bu. Disiplin isteyen bir iş. Bu melekeye sahip olmak hoşuma gidiyor. Üstelik tercüme ettiğim yazılar uzmanlık alanımla ilgili ama üçüncü şahısların görmediği raporlar. Bu bilgileri tabii ki gidip de kendi namıma kulanmıyorum ama kimin ne düşündüğünü öğrenmek bir tür ayrıcalık duygusu veriyor.

Buraya bir parantez açıp sizleri dil konusunda biraz bilgilendirmek isterim. Ben Japoncayı da İngilizceyi de doğrudan, yani Türkçeyi karıştırmadan, yabancı kelimelerin Türkçedeki karşılık ya da kullanımlarına bakmadan öğrendim. Bilmediğim sözcüklerin anlamını içinde geçtiği cümlenin genel manasına bakarak  çıkarırdım. Bu nedenle de yakın zamana kadar sözlük kullanmaya ihtiyaç duymadım.

Yabancı bir dili bu şekilde öğrenmek ıstıraplı bir iş. Ama sözcüklerin anlamını ve dilin yapısını doğal ortamlarında özümseyince lisan daha iyi yerleşiyor, eğreti kalmıyor. Yazarken de, konuşurken de hangi dili kullanıyorsam o dilde düşünürüm. Son iki yıl içinde Japonca yazdığım 60’ın üzerindeki yazı ve editörlüğünü yaptığım 200’den fazla – Japonca- makale hep Japonca düşünülerek ortaya çıkmıştır. Keza, yayınladığım 160’dan fazla İngilizce içerik veya TV programını da İngilizce düşünerek ve planlayarak yaptım. Daha gerilere gidersek, mesleğimle ilgili alanlarda kaleme aldığım tebliğ, tez, sunum, ve araştırmaları- İngilizce olsun, Japonca olsun, Türkçe olsun- yazıldıkları veya sunuldukları dilde düşünerek oluşturdum. Önce ana dilim olan Türkçe yazıp sonra diğerine, mesela Japoncaya tercüme etmedim.

Fakat bir dilde okuduğum metin içinde geçen bir kelimenin diğer dildeki veya Türkçe’deki karşılığını hemen bulamayabiliyorum. Çünkü, evet doğru tahmin ettiniz, o kelimeyi önce İngilizce öğrenip sonra Japoncası’nı bellemedim. Aynı kavramı temsil eden kelimelere her üç dilde farklı zamanlada farklı yollarla ulaştım. Bu nedenle meslekten mütercim olanlara göre tercümeye biraz daha fazla zaman ayırmak zorunda kalabiliyorum.

Fazla uzatmadan parantezi kapatalım ve yeniden düne dönelim. Buradan gelen paranın yarısı park cezasına gidecek. Ama en azından hesapta olmayan bir masraf hesapta olmayan bir gelirle dengelenmiş oldu.

Akşam üzeri, yemeği beraber yiyeceğim kişinin yeni ofisine nezaket ziyareti yapıyorum. Güzel, zevkli bir büro açtığı için kendisini tebrik ediyorum ve hayırlı olmasını diliyorum. Daha sonra beraberce basın klübünün Yurakucho semtini tepeden gören restoranına geçiyoruz. Bir süre sonra bir arkadaşım daha katılıyor ve muhabbet renklenip çeşitleniyor. Birbirini yeni tanıyan bu iki yetişkin ve profesyonel insanın abartmadan da olsa birbirleri üzerinde iyi bir intiba bırakmak için gösterdiği gizli ve ince çaba dikkatimi ve ilgimi çekiyor. Doğal olarak ben bunu farkedebiliyorum çünkü ikisini de iyi tanıyorum. Yoksa sohbete dışarıdan ilk defa katılan birisinin böyle bir gayreti algılaması olası değil. Demek ki insan ne konumda olursa olsun, yeni tanıştığı ve takdir etmesi gerektiğini düşündüğü bir başka kişi üzerinde  kendisi hakkında iyi bir izlenim bıraktırma dürtüsü hissediyormuş.

Bize sonradan katılan dostum saat 10:15 gibi izin isteyip ayrılıyor. Misafirimin kız arkadaşı, o da başka bir yemekteymiş, aramış. Gel bize katıl demiştik ama yeri bulamamış. Yanıbaşımızda The Peninsula oteli var oraya git biz hemen geliyoruz diyor arkadaşım. Hesabı ödeyip aşağı iniyoruz. Otel zaten sokağın karşı tarafı. Beş dakika bile sürmüyor lobiye varmamız.

Evet orada, bizi bekliyor fakat kızgın. Onbeş dakika seni bekledim diye çıkışıyor misafirime. Yok yahu işte şimdi konuştuk, beş dakika bile olmadı diyecek oluyor ama cevap hazır. Hatun istim üstünde. Amacı üzüm yemek değil bağcıyı dövmek.

Ben şahidim, telefonlaştıktan sonra hemen vakit geçirmeden çıktık. Bakıyorum durum limon gibi, dışarısı da soğuk, 24. katta  şehri gören bir çatı-lobi-bar var. Oraya gidelim diyorum.

The Peninsula’nın şık ve modern “roof”unda sigara içilen bir bölüme alıyorlar bizi. Ben o illeti bırakalı bu Mart ayında 17 yıl olacak. Ama arada sırada bir puro zevkim vardır. Puro içe çekilmez. Nikotin, dumanın ağızda tutulduğu bir kaç saniye içinde kılcal damarlar aracılığı ile vücuda emilir o kadar. Misafirimin tütünle arası yok. Sevgilisi ise sigara içiyor.

Orada sıkıntılı iki saat geçiriyoruz. Oğlan ne yapacağını bilemiyor. Ben gönülsüz de olsa konu yaratmaya çalışıyorum ama nafile. Laf dönüp dolaşıp “Niye beni 20 dakika beklettin” e geliyor. Demin 15 dakikaydı, şimdi 20 oldu. Bir süre sonra ben de çabalamıyorum artık. Işıldayan şehrin bir iki fotoğrafını çekiyorum. Cuma akşamı olmasına karşın ne kadar az araç var dışarıda.

DSC_0465

Tam önümüzde Hibiya parkı var. Sağdaki kara boşluk orası

DSC_0468

The Peninsula otelinin Çatı Bar’ından imparatorluk sarayına doğru bir bakış. Camdan yansıyan içerideki dekor.

Saat 12:15 gibi çıkıyoruz. Hava soğuk. Ama hemen metroya binmektense biraz yürümek istiyorum. Mutsuz ikiliden ayrılıyorum ve Hibiya Parkı boyunca ilerlemeye başlıyorum. Kimsecikler yok. Tokyo’nun Bakanlıklar’ı olan Kasumigaseki bölgesini geçip Toranomon’a, sonra da Akasaka’ya geliyorum. Bu mesafe 3 kilometre kadar. Daha da giderim aslında ama soğuk iyice içime işliyor. Bu saatte artık Metro da yoktur diye düşünüyorum ama şanslıyım kendimi Çiyoda hattının son seferine atabiliyorum.

İstasyonda ve trende kesif bir içki kokusu var. Mekan hafta sonu öncesi mesai çıkışı kendini dağıtan memurlarla dolu. Gerçi vagonlar tıklım tıklım değil. Pazartesi tatil, acaba üç günlük tatilden faydalanıp kaçamak mı yapıyor insanlar? Tren 20 dakika gecikiyor. Japonya’da ender görülen bir durum. Kimse şikayet etmiyor. Zaten çoğu vatandaş sızmış.

Eve sabaha karşı 1:30 gibi giriyorum. Bolca yürüdüm bugün. Düşünme firsatım oldu. Düşünmeye ihtiyacım var. Cuma günü işten çıkılır, tıka basa yenilir, çokça içilir. Detay ve derinlik yoktur. Sıradan bir Cuma günüydü ama pek çok şey hatırlıyorum. Kaç kişi dün yediği yemeği, konuştuğu konuyu hatırlar?

Saat 2:30 gibi yatıyorum.

Yorum bırakın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s