Hiç olmamış ama her an da olabilecek bir hikaye
Not: Bu hikayenin gerçek hayattaki kişilier ve kuruluşlar ile hiç bir ilgisi yoktur. Benzerlikler sadece benzerliktir ve tesadüften ibarettir. Olay, yazarın kurgu ve hayal gücünün ürünüdür. Her hakkı da sonuna kadar saklı ve mahfuzdur.
Bu hikayenin iki kahramanı var. Biri Fuat Balaban. Antalyalı. Muhafazakar ve dini bütün bir aileden geliyor. Yobaz değil. Köklerine bağlı, fakat yeni fikirlere açık, ilerlemeyi gelenekleri ile çatıştırmayan bir kişiliğe sahip. Tipik Anadolu çocuğu. Dostluğa, mertliğe ve dürüstlüğe çok önem veren bir yapısı var. Düz, karmaşık olmayan, ailesine, şehrine, arkadaşlarına düşkün. Çalışkan bir insan.
Diğer kahramanımızı biraz sonra tanıştıracağım.
Fuat’ın ailesi kuşaklar boyu tarımla uğraşmaktadır. Baba Balaban bölgede seracılığa en erken başlayan ağadır. Bu sayede işini hayli ilerletmiş, hatırı sayılır bir sermaye biriktirmiştir. Sadece düz tarım değil, endüstriyel tarıma da el atmış, günün şartlarına göre çok gelişmiş sebze/meyva işleme makinaları almış, muhafaza depoları kurmuşlardır.
Sanayileşme hamlesi ile beraber aile de faaliyetlerini bir çatı altında toplar ve şirketleşir. Firmalarının ismini de Akdeniz’in ve Anadolu’nu simgesi Toros Dağlarının Antalya’daki uzantısı olan Beydağlarından esinlerek BEYDAG koyarlar.
O günler yavaş yavaş güneş enerjisinin su ısıtılması gibi basit ama önemli alanlarda kullanılmaya başlandığı yıllardır. Baba Balaban, bu teknolojinin ileride daha da gelişeceğini, büyüyeceğini tahmin etmektedir. Oğlunun bu dalda bir eğitim alması gerektiğini düşünmeye başlar.
Fuat’ın universite yılları 1977 de başlayacaktır. Ancak o dönem ülke karışıklık içindedir. Hele üniversiteler kaynamakta, sürekli boykotlar ve mitingler düzenlenmekte, kapanan okullar yüzünden doğru dürüst öğretim yapılamamaktadır. Aile durumdan endişelenir ve Fuat’ı ögrenim görmesi için Amerika’ya, Los Angeles’daki Kaliforniya Teknik Üniversitesine göndermeye karar verir. Yalnız kalmaması ve göz kulak olması için kayhalarının oğulları arasından en zeki ve güvenilen birini, Ali İhsan’ı da beraberine verirler. Gitmeden önce de oğlunun başını yarım bağlar ki kuş olup uçmasın.
Amerika günleri genç Fuat’ın zaten açılmaya çok uygun olan ufkunu patlatır. O yıllar yeni teknolojilerin hızla yeşerdiği, araştırma/geliştirme faaliyetlerinin somut ve uygulamalı sonuçlarının alınmaya başlandığı dönemdir.
Sadece teknolojiden değil, Kaliforniya ve çevresinin tarımdaki gelişmesinden de etkilenmiştir Fuat. Tıpkı Antalya gibidir burası, portakal, üzüm ve diğer nice meyva ve sebze bolca yetişmektedir. Ürün rekoltesi yüksek ve sıkdır. Yılda birden fazla hasat yapılabilmektedir. Güneş enerjisi ile çalışan bir sürü sera ve benzeri tesis deneme aşamasında bulunmaktadır.
Tabii, bu diyarlardaki cemiyet hayatının yolu yordamı da farklıdır. Özellikle o yıllarda. Fuat ve Ali ellerinden geldiğince bildikleri yaşam biçiminden taviz vermeden, inançlarından sapmadan, ama yenilikleri deneyebilecekleri fırsatları da harcamadan günlerini geçirirler.
Bir gün Ali İhsan mutfakta otururlarken, ocakta demlenen çayı gösterir ve “Fuat abi bak o ateşi görüyormusun? Hadi sok be elini o ateşe bi deneme yapacağım” der.
Fuat bu isteği garip ve aykırı bulsa da söyleneni yapar, ve tabii büyük bir acıyla elini geri çeker hemen. Alevler neredeydse yakmıştır. ” ne diye yaptırdın bana böyle bir şeyi Ali” diye kızgınlıkla sorar.
Ali Ihsan cevap verir:
“Bak abi şu kadarcık aleve bir anlık elini sokman bile bu kadar acı verirse, Cehennemen gitsen nasıl acı çekersin bir düşünsene”
“Sonra bir de abi, güveniyorum diye, yoldaşız diye her söyleneni yapma e mi?”
Hikayemizin ikinci kahramanı ile Fuat Amerika’ya geldikten iki yıl sonra tanışır. Adı Cem’dir. Aslında gerçek ismi bu değil. Zaten adam Türk de değil, Japon, adı da Hajime. Ama Amerika’lılar öyle bir ismi telaffuz edemediği için Jim diyor kendine. E, Jim, James’in kısaltılmışı. James’in Türkçe’deki benzeri de Cem.
Cem New York’a ekonomi ve finans dalında okumaya gelmiştir. Fuat’dan bir yaş büyüktür. İkilinin tanışmaları ortak bir öğrenci arkadaşlarının, ki O da Japon’dur, Los Angeles’daki evinde olur.
Esasen Fuat Japonları çok sevmekte, hayranlık duymaktadır. Çevresinde görüştüğü kişiler arasında Japonlar çoğunluktadır. Çalışkanlıklarını ve mütevaziliklerini takdirle karşılamaktadır. İkinci dünya savaşının yarattığı yıkıma rağmen küllerinden doğan bir ulusdur onlar. Geleneklere bağlı kalınarak da teknolojik ilerleme ve gelişme yapılabilineceğini göstermişlerdir dünyaya.
Ekonomik gelişmeye benliklerini, onurlarını köle etmemişlerdir. Japonya sokaklarında kadınlar kimono ile gezmekte, evlere girilirken ayakkabılar çıkarılmakta, büyükler sayılmakta, küçükler sevilmektedir. İşte böyle bir ülke şimdi tüm dünyanın ekonomik lideri olma yolundadır.
Fuat Cem’e hemen ısınır. O’nunla güçlü bir dostluk kurabileceğini hisseder. Üstelik diğer Japonlar’dan da farklıdır. Mühendislik değil, bankacılık ve finans tahsil etmektedir. Cem’e projelerinden, Antalya’dan bahseder. Portakal tarlalarından, masmavi denizinden, tarihi eserlerinden, tabii baba şirketi BEYDAG’dan da. İkili yeniden görüşmek için sözleşir. Cem, Fuat’ı New York’a davet eder.
Günler haftaları, haftalar ayları kovalar. İki arkadaş bağlantıyı koparmazlar. Cem bir yaz kız arkadaşı ile Türkiye’ye gelir. Antalya’dan çok etkilenir. Fuat’ın çevresinden ve işlerinden de. Türkiye, Türkler ve müslümanlık hakkında bilgi toplamaya başlar. İki arkadaş dostluklarını böylece pekiştirirler.
Fuat, Amerika’da 6 yıl geçirdikten sonra Türkiye’ye döner. Güneş enerjisi konusunda sayılı uzmanlardan birisi olmuştur artık. Aynı zamanda Amerika’da girişimciliği de öğrenmiştir. Bu arada memlekette yeni bir siyasi ve ekonomik dönem başlamış, 12 Eylül 1980 askeri darbesinin ardından iktidara gelen Turgut Özal hükümeti özellikle turizm, endüstriyel yatırım ve finans dallarında yerleşik mevzuatı değiştirerek iş yapmak isteyenlerin önünü alabildiğince açmıştır.
Fuat, baba şirketlerini devralır. İlk işi holdingleşmek olur. Kardeşleri arasında iş bölümü yapar. Kendisi güneş enerjisi destekli ısıtma sistemleri, sulama yöntemleri üzerine yoğunlaşmak ister. Ali İhsan sağ kolu olur. Kısa süre içinde tüm Akdeniz bölgesinde tek üretici ve tedarikçi olurlar. BEYDAG büyümeye ve kabına sığmamaya başlamıştır. Dışa açılmaya başlarlar.
Bu arada Cem New York’a yerleşmiştir, büyük şirketlerin yatırım bankacılığını birimlerinde yükselmektedir. Sık sık iş transferi yapar. Her defasından daha iyi bir pozisyon ve daha yüksek bir maaş ile kariyerini ilerletmektedir. Fuat ile dostluğunu da sürdürmektedir. Bir kaç kez O’nu Japonya’da ağırlamıştır. Zamanla ikili arasındaki güven geliştikçe gelişir. Cem Fuat’ın, Fuat da Cem’in düğününe gelirler. Ailecek görüşmeye başlanılır. Çocuklar tatil ziyaretlerine gelirler, uzun süreli kalmalar başlar. Artık Fuat için Cem bir kardeş kadar değerlidir.
BEYDAG büyümüş dünya çapında dev bir şirket olmuştur. Cem de Wall Street’de hayli tecrübeli bir banker. Çalıştığı çok uluslu şirketten ayrılmış kendi özel danışmanlık bürosunu kurmuştur. Birleşme ve alım satımlarında aracılık yapan “özel bankerlik” hizmeti vermektedir.
Bir New York buluşmasında Cem Fuat’a, rakip şirketleri veya gelecek vaat eden şirketleri satın alarak işlerini büyütmesini önerir. “Bu yolla” der, “zaman kazanırsın, çok daha hızlı büyürsün”.
Muhafazakar bir yapısı olan Fuat böyle bir atılımı yönetebileceğinden emin değildir. Ama Cem garanti verir. Arada ben olacağımdan endişeye gerek yok der. Fuat’ı çok iyi tanıyıp bildiğini, hayallerini paylaştığını ve o hayallere ulaşmasında yardımcı olabileceğini, yardımcı olmak istediğini söyler.
BEYDAG çapında bir şirketin eninde sonunda birleşme ve satın almalara bulaşacağını, istese de istemese de Wall Street bankerleri ile aynı masaya oturmak zorunda kalacağını, bu sofrada cenk atmanın kurtlarla dansa benzediğini anlatır. Bunca yıllık dostum kardeşimsin, tanımadığım bir sürü insana yardımım dokundu, biz bu işi yapmazsak kim yapar der.
Aslında Fuat’ında içinden bir süredir geçmektedir böyle bir işbirliğine gitmek. Çok zenginleşmiştir ama kendini hala içten içe Anadolu’ya hapsolmuş gibi görmektedir. Dünyaya açılmak yetmez, dünyanın bildiği saydığı şirketleri markaları yaratmak, satın almak gerekir diye düşünmektedir.
Ayrıca Cem’in O ışıltı ve tılsımını hiç kaybetmeyen havasına da hayrandır Fuat. O havadan ve duruştan biraz da kendinde olsun istemektedir. Yüzyıldan fazla geçmişi olan, duvarları saygın ve mühim insanların portreleri ile bezenmiş yüksek tavanlı lokantaların maun masalarında eski dünyanın patronları ile eşit konumda oturmayı, konuşmayı, iş yapmayı hayal etmektedir. Ancak kimseye güvenemediği, kendisini de yeterli görmediği için bir türlü cesaret edememiştir o dünyaya girmeyi. İşte şimdi Cem ile beraber bu mümkün olacaktır.
O yemeğin sonunda Cem Fuat’a bir de “sır” verir. Bir süredir İslamiyeti ciddi biçimde okumakta ve tetkit etmektedir. Acaba beraber kutsal topraklara gitmek mümkünmüdür?
Fuat’ın gözleri dolar. En kadim dostu, kader arkadaşı şimdi de Müslüman mı olacaktır? Ruhu, kalbi huzur ve mutlulukla dolar. Tabii ki gidilebilir. Bir müftüden Hak dininde olduğuna dair kağıt alırım girişinde sorun olmaz der Fuat. Cem itiraz eder. Ben bugüne kadar hiç yalan söylemedim, bu konuda da söylemem. En has dostum ile aynı dini paylaşmak benim alnımda yazıyor der. Zaten adım da Cem değil mi der.
İkili artık “kanka” dır.
Cem ile Fuat bir süre sonra yeni güneş enerjisi teknolojileri geliştiren ve ürünleştiren şirketleri araştırmaya başlarlar. Fuat artık San Francisco’ya, New Yorka sık sık gidip gelmekte, finansör, girişimci, ve akadmesiyenlerle iş görüşmelerinin yapıldığı kahvaltılarda, tenis maçlarında iş bağlamaktadır.
Ilk başta küçük çapta bir iki öğrenci girişimi satın alınır. Daha sonra daha büyük alternatiflere bakmaya başlarlar.
Aralarında yazılı bir anlaşma olmasını ilk önce Fuat ister. Cem ise, BEYDAG’ın geleceğine katkıkda bulunmak, Fuat ile olan dostluğunun bir parçası olacak bir kader ortaklığı yapmak istediğini söyler. “Sözleşme olsun ama ben senden Wall Street bankerleri gibi yüksek ücret almayayım” der. Onun yerine mesela islami bankacılığa uygun bir anlaşma yapalım, başarıya ortak olayım, zarar olursa beraber çekelim cefasını der. “Beni kara ortak et, komisyonlar sadece masrafları karşılasın, işi kotarırsak bana şirketlerden kar payı ver” der.
Bölyece anlaşırlar. Fuat kendine böylesine bir can yoldaşı bahşettiği için Allah’a şükretmektedir. Adam Japon olmasa zaten mümkün olmazdı der. Namuslu adamlar, sebat etmeyi biliyorlar, mütevaziler, aç gözlü değiller. Şeref kavramının kitabını yazmışlar diye düşünmektedir.
Bir süre sonra Cem Kaliforniya’da SYRUS adında bir şirket bulduğundan bahseder. Adamlardaki teknoloji şerit film güneş pili dalında tüm rakiplerini 5 yıl içinde ekarte edecek, dünyada bir numara olacakdır. Geçen sene rekor kar yapmışlar, buna güvenerek büyük yatırımlara girmişler ama bankaları krize girdiği için sendikasyon kredisi gecikmiş, şirket de bu yüzden mali krize girmek üzere imiş. Hisse fiyatları çok düşmüş. Suudi Arabistan’da 1 milyar dolarlık proje kapmışlar imzalanmasına ramak varmış. İki milyarlık şirket ama bu fiyatlarla 500 milyon dolara kapatırız der.
BEYDAG’ın bu miktarda bir ödemeyi yapabilcek gücü ve kapasitesi vardır. Fuat SYRUS’u beğenir. Hemen işe koyulurlar ve yavaş yavaş şirketin hisselerini piyasadan toplamaya başlarlar. Ama bir aksilik olur. Rakip bir firma olayın farkına varmıştır, 48 saat içinde açık bir teklif yapmaya hazırlanmakta olduğu duyumunu alırlar.
Ne yapacağız diye sorar Fuat. Cem, hiç düşünmeden baskın bir teklif vermesini önerir. Fiyatı yuzde 50 artır, korkarlar, senle başa çıkamayacağını anlar çekilirler der. Evet, daha fazla ödemiş olacaksın ama SYRUS zaten seneye en azından iki milyarlık şirket olacak, ödediğini misli ile geri alırsın merak etme der.
Böylece BEYDAG, SYRUS’u 750 milyon dolara satın alır. Bu anlaşma hem Amerika’da, hem de Türkiye’de büyük yankı yapar. Fuat bir anda medyanın odak noktası olur. Yüksek bir fatura ödemiştir ama mutludur Fuat. Cem ile beraber SYRUS şirketini dünyada bir numara yapacaktır.
SYRUS’a verilen yüksek fiyat, Cem ile yapılan danışmanlık anlaşmasına konulmuş olan hisse opsiyonların değerini de artırmış, yaklaşık 100 milyon dolara ulaşan bir komisyon bedeli ortaya çıkmıştır. Ama Cem, Fuat’a bu parayı istemediğini söyler. Opsiyonları öylece tutacağını, SYRUS’u hakla açtıklarında gerekirse satıp karşılığını alabileceğini söyler. Eğer şirketin halka açılış değeri düşük olursa da sorun yoktur. Anlaşmanın ruhu da bu değilmidir zaten? Başarıya, kar’a ortak olmak. Fuat, işte dost dediğin böyle olur diye düşünür.
Ancak Çinliler güneş pili alanında çok büyük kapasite yatırımları yapmışlar, fiyatları düşürmeye başlamışlardır. Hisse senedi piyasalarının bir süre için gelecek vaad etmediği bir ortamda ucuz fiyata halka açılmanın anlamı da yoktur. İki arkadaş SYRUS şirketinin ayrı ve bağımsız bir işletmeden daha ziyade, BEYDAG’ın bünyesinde yüzde 100% iştirak olarak kalmasının daha doğru olacağına karar verirler. Halka açılma planı askıya alınır. Peki 100 milyon değerindeki hisse opsiyonları ne olacaktır?
Cem Fuat’a bu miktarı nakit olarak almak istemediğini, henüz ortada bu işin bir meyvesi olmadığını söyler. “Sen” der “bana SYRUS’dan ayrıcalıklı hisse ver, belli bir temettüsü olan. Temettüleri de, SYRUS’un net karına bağlarız. Böylece kardan pay almış olurum ama ayrıcalıklı hisselerin şirketin yönetiminde bir hakkı olmadığı için resmi olarak şirketin üzerinde hak sahip eden bir ortağı olmam, öyle bir payım bulunmaz. Para kazanılırsa ben temettümü alırım, kar yapmaz ise bir şey almam” der.
Fuat, Cem’in bu dürüstlüğüne, bu fedakarlığına, bu mertliğine ve duruşuna hayran olur. inanilmaz bir Japon diye geçirir içinden. Adama bak der onca emek sarfetti ama şirketin özlük haklarından hiç pay istemiyor. Sadece kar payı diye anlaştık öyle kalsın diyor. Bu ne tokgözlülük, bu ne alçakgönüllük der. Böyle bir can yoldaşı olduğu için Allah’a şükreder.
Böylece Cem’e SYRUS’un sermayesinden 100 milyon dolarlık %10 temettü dağıtan ayrıcalıklı hisseler verilir.
Aradan iki ay geçer …
Bir Cuma sabahı Fuat’ın muhasebe müdürü Ali Ihsan bet beniz atmış bir halde içeri gelir.
“Fuat abi çok garip bir olay var, felaket” der
“Hayrola?” diye sorar Fuat.
“Beyefendi, New York büromuzla bir avukatlık şirketi temasa geçmiş. Cem bey’e verdiğimiz o hisseler var ya, işte onları geri almamızı istiyorlarmış” der.
Fuat, ilk önce Cem’in başına bir şey geldi zanneder. Hemen kredi açalım der. Bir derdi var, paraya sıkıştı herhalde.
“İşin aslını ben de anlamadım. Cem bey’e de ulaşamıyorum. Avukatlık bürosuna tam yetkili vekaletname vermiş. Adamlar kapımızda.”
Fuat hala Cem’in başına bir şey gelmiş olmasından korkmaktadır. “Hemen ödeyelim o zaman, ben de Cem’i bulayım”
Ama muhasebecinin sıkıntısı geçmemiştir. “Fuat bey öyle değil, adamlar geri alma bedeli olarak bir milyar dolar para istiyorlar” der.
Fuat önce ne dendiğini anlamaz. “Olur mu öyle şey” der. “Bunlar 100 milyonluk alacağa karşılık verilmiş, şirket üzerinde hiçbir hak iddia etmeyen hisseler. Üstelik şirket halka açık değil ki piyasası olsun. Saçmalamasınlar” diye de çıkışır.
Ali Ihsan kendisinin de aynı şeyleri düşünüp söylediğini ama işin aslının farklı göründüğünü söyler. “Bu kar ortaklığı hisselerinin satış bedelleri ile geri alınış bedelleri farklı oluyorumuş” der. “Bunları satın alanlar hep ellerinde tutacaklar, satmak istemeyeceklar diye varsayıldığı için satış bedelleri düşük hesaplanıyormuş. Geri alınmaları halinde yüksek ödeme yapılması gerekiyormuş” diye açıklar.
Bunun üzerine Fuat da “iyi o zaman biz de bunları geri almak istemiyoruz de onlara. Şirket benim değil mi? Istediğim zaman geri alırım o hisseleri. Şimdilik öyle bir niyetim yok”
Ali İhsan cevap verir. ” Maalesef efendim, bu hisselerin sözleşmesinde bir açık geri alım şartı varmış. Put opsiyonu mu deniyormuş nedir. Cem bey’e istediği zaman bize bu hisseleri, geri alma fiyatı üzerinden satma hakkını veriyormuş”
Ondan sonraki 6 ay BEYDAG şirketi ile Cem’in avukatları arasında müzakerelerle geçer. Fuat kendi avukatlarını devreye sokar. Sonuç hiç iç açıcı değildir. BEYDAG’ın önünde bir milyar dolarlık bir fatura vardır. Ocak 2010’a kadar ödemediği takdirde uluslararası tahkim ve sonucunda icra gelecektir.
Fuat’ın Cem’e ulaşma çabaları da sonuçsuz kalır. Telefonları kapanmış, adresi değişmiştir. Ne Japonya’daki ne Amerika’daki adresinden bir şey çıkmaz.
Sonra bir gün Cem’den telefon gelir. “Bak Fuat” der. “Lehman krizi benim şirketi batırdı. Mafya’ya borcum karşılığı elimde avcumda ne varsa verdim. Ailem de ellerinde. Senin hisselere de bu yolla sahip oldular. Duydum ki ödemeyi reddediyormuşsun. Nafile, eninde sonunda bu parayı alacaklar. Sen gel 700 milyona anlaş bunlarla iş uzamasın” der.
Fuat neden bu temettü paylarının böylesine yüksek bir borç çıkarabileceği konusunda kendisini uyarmadığını sorar. Cem “Ben sen bu olayları bilirsin diye düşündüm” der. “Artık geçti. Bak elinde babandan kalma Antalya -Kemer arası sahilde, zeytinlik çok değerli arazilerin var. Sat onları. BEYDAG’ın diğer varlıkları üzerine ipotek ve borç al parayı buluştur yoksa yok pahasına gidecek malların. Öde ve kurtul” der.
BEYDAG şirketi o yıl içinde mal varlıklarının yarısını satışa çıkarır. Yetişmez tabi, pek çok varlığı değerinin altında satmak zorunda kalırlar. Banka borçları ile beraber para denkleştirilir ve ödeme yapılır.
Ne Cem’den ne de ailesinden veya şirketlerinden bir daha haber alamazlar. BEYDAG satın alma bedelini SYRUS’un bilançolarında taşınmaz varlık olarak gösterir. Muhasebe ve denetleme şirketi itiraz ederler. iş uzar.
Fuat, dolandırıldığını, çarpıldığıni anlamış, bu hakareti gururuna yedirememektedir. Istifa eder. Kalan hayatını Cem’i bulmaya ve hesap sormaya adar.
Bulabilirse…